🎇 Felatun Bey Ile Rakım Efendi Inceleme

FelatunBey ile Rakım Efendi. 2. Hamur. Mustafa Merakı Efendi'nin oğlu Felatun Bey, babası gibi kılık kıyafete düşkün biridir. Varlıklı bir aile çocuğu olduğu için hesapsızca harcar. Ona göre Batılılaşmak; lüks yaşamak, şık giyinmek ve eğlenceden eğlenceye koşmaktır. Felatun Bey, yarım yamalak Fransızcasıyla GünümüzTürkçesiyle Felatun Bey ile Rakım Efendi Kitap Açıklaması. Felâtun ve Râkım yakın muhitlerde, biri alafranga özentisi bir babanın elinde, diğeri babası ölünce zor koşullarda, anne ve dadısının fedakârlıklarıyla büyümüş yirmili yaşlarda iki arkadaştır. Felâtun Bey şık giyinmenin, gezip tozmanın Ağustos 27, 2012. Felatun Bey ile Rakım Efendi (1875) (Ahmet Mithat Efendi) Bu romanda iki kişinin kişilik özelliklerini karşılaştırmış ve yanlış batılılaşmayı konu almıştır. Roman kahramanlarından biri olan Felatun Bey; Batılılaşmayı doğru anlamamış, eğlenceye düşkün, paranın değerini bilmeyen bir kişidir Buyazımızda Felatun Bey ile Rakım Efendi kitabını inceleyeceğiz. Ahmet Mithat Efendi tarafından yazılan Felatun Bey ile Rakım Efendi kitabı 2018-06-02 tarihinde yayınlanmıştır. Felatun Bey ile Rakım Efendi kitabı Roman (yerli) türünde yayınlanmış olup BORDO SİYAH yayınevi tarafından okurlara sunulmuştur. Felâtun Bey ile Râkım Efendi veya Felâtun Bey'le Râkım Efendi, Ahmet Mithat Efendi'nin 1875 yılında yazdığı romandır. Tanzimatı takiben ortaya çıkan ilk Türk romanlarının ana teması "yanlış batılılaşma" üzerine kurulmuştur. arakterlerden Felâtun Bey, batılılaşmayı yüzeysel olarak yorumlamış ve sefa hayatı Rakım Efendi'yse şahsiyet bakımından Felatun Bey ile zıttır. Babasını 1 yaşında iken yitirmiştir, annesiyle Arap dadısı Fedayi tarafından büyütülmüştür. Bir süre sonra annesi de yaşama gözlerini yummuştur. Dadısı Fedayi onu yetiştirebilmek üzere başkalarının çamaşırlarını yıkamıştır. Rakım da çalışkan AhmetMithat Efendi. Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları. ISBN: 9786052955826. Sayfa: 180 sayfa. Bizim Felâtun Bey, varlıklı olduğu için, "kibirli" ve azametinden geçilmemesi gerekiyordu. Ama onun hâli bunun tam aksineydi. Alafrangalık hâli malum ya! Herkese alçak gönüllük göstermeye, herkesin yüzüne gülmeye insan Felatun Bey ile Rakım Efendi Kitabın Yazarı : Ahmet Mithat Efendi Kitabın Konusu : Giyimine çok önem veren, baba parası ile yaşamaya alışmış Felatun Bey ile ailesini küçük yaşta kaybetmiş, yoksulluk içinde büyürken bir yandan da kendini geliştirmeye çalışan, azimli, çalışkan biri olan Rakım Efendi’nin hayatını anlatır. FelatunBeyin kitabını götürüp Beyoğlu’nda ciltçi Gulam’a teslim eder, o da güzel bir alafranga cilt yapıp arkasına altın yaldız ile A-P harflerini bastıktan sonra götürüp Felatun Beyin uşağına verirdi. Felatun Bey akşam eve gelince kitabı görür, oldukça titiz, düzenli bir şekilde kütüphanesine yerleştirirdi. FelatunBey ve Rakım Efendi “Diliniz yüreğinizdeki şeyi söylemiyor.” Ahmet Mithat Efendi, Batılılaşma serüveninden geçen Osmanlı toplumundan iki tip s Müşteri Hizmetlerimiz: 0541 384 65 00 FELÂTUN BEY İLE RAKIM EFENDİ -ROMAN. I. OLAY ÖRGÜSÜ. Romanın kahramanlarından Felatun Bey ile Rakım Efendi aynı yaşlarda, aynı derecede eğitim görmüş yakın iki arkadaştır. Felatun Bey isminden dolayı kendini çok bilgili, kültürlü biri olarak görür çevresine de böyle görünmeye çalışır. Hararetli bir kitap Felatun Bey ile Rakım Efendi. Yine Star Gazetesi'nin Büyük Türk Romanları serisinden bir kitap; Ahmet Mithat Efendi'nin 1875 yılında yazdığı "Felatun Bey ile Rakım Efendi" isimli romanı. Önce Ahmet Mithat Efendi'ye bakacak olursak Tanzimat dönemi yazarı ve Türk edebiyatının ilk popüler yazarıdır. Bu kitabı da 31 yaşında zh5bRv. “Ruh Adam”da değişik tipler ve karakterler canlandırılmıştır. Romanın asıl kahramanı olan Selim Pusat, Atsız’ın kendisidir. Bu isim, Atsız’ın birçok yazısında kullandığı müstear adıdır. Ayşe Hocânım, Atsız’ın eşi Bedriye Atsız’dır. Tosun, iki oğlundan biri veya her ikisidir. Yani, romandaki Selim Pusat ailesi, gerçek hayattaki Atsız ailesidir. Bunun dışındaki tip ve karakterlerden bir kısmı da, gerçek hayattan alınmıştır. Atsız, bu şahısları yakından tanımıştır. Karakter yapılarına göre de, romanında onlara iyi veya kötü roller vermiştir. Romanın kadın kahramanlarından Güntülü’nün de, Atsız’ın tanıdığı bir genç kız olduğu anlaşılıyor. Atsız, bunalımlı bir döneminde 1946-1949 arası bu genç kıza karşı büyük bir sevgi hatta yasak bir platonik aşk duymuştur. Romanda bu aşkın ona verdiği ıstırap, yer yer çok kuvvetli şekilde belirtilmiştir. “Ruh Adam”daki Yek, Prenses Leylâ ve Dr. Cezmi Oğuz da gerçek şahsiyetlerdir. Denilebilir ki Şeref, Kubudak ve önemsiz birkaç tip dışında, Atsız, kahramanlarını hayattan ve kendi çevresinden seçmiştir. Bu kahramanlardan bir kısmını ben de tanıdım. Onlarla konuşmalarım, hatta yakınlıklarım oldu. Onun için, bu bölümde “Ruh Adam”ın tanıdığım kahramanlarından, onların özelliklerinden ve bende bıraktıkları intibalarından söz edeceğim. Önce “Ruh Adam”ın yazılışından nasıl haberdar olduğumu anlatayım. Atsız, 1952’de öğretmenlikten alınıp da kütüphanede bir memuriyete tayin edilince, onu ya evinde ziyaret ederek, yahut da çalıştığı yere, Süleymaniye Kütüphanesi’ne giderek görebiliyorduk. Ev ziyaretleri daha çok özel bir mana taşıyor, bazen önceden sözleşerek gerçekleşiyor ve daima uzun sürüyordu. Süleymaniye Kütüphanesi ise kısa ve habersiz görüşmeler için daha uygundu. İstanbul Hukuk Fakültesi, Süleymaniye Kütüphanesi’ne çok yakındı. Belki birkaç yüz metre. Ben, 1955’ten sonra Hukuk Fakültesi’nde okuyor ve bir taraftan da gazetecilik yapıyordum. O zaman dersler öğleye kadardı. Ders saatleri tamamlanınca -hele, gazetede acele bir işim de yoksa- Atsız’a uğrayıp onu görmek bende bir tutku haline gelmişti. Bezdirip bıktırmamak için ölçülü davranmam gerektiğini biliyordum. Ama, yine de çok kere aklımın emrini dinlemeyip Atsız’ı görmeye koşuyordum. Ben gittiğim zaman, bazen başka ziyaretçilerinin de olduğunu görürdüm. Rahatsız etmemek için müsaade isteyip ayrılmak isterdim. O zaman “gel gel” diyerek bir iskemle çeker, beni yanına oturturdu. Daima alçak sesle konuşurduk. Çünkü burası özel bir oda değil, bir salondu. Yan yana beş-altı masa dizilmişti. Bu masalarda saçı sakalı ağarmış, çoğu gözlüklü, yaşlı birtakım adamlar oturur, önlerindeki eski harfli, bazıları yazma kitapları incelerler, notlar çıkarırlardı. Konuşmalarımızla, onları rahatsız etmek istemezdik. Bu ziyaretlerim sırasında, ünlü tarihçi Prof. Mükrimin Halil Yınanç’ı da tanıdım. Mükrimin Halil Bey, eskilerin “mütebahhir” dedikleri, geniş tarihi bilgi ve kültür sahibi bir âlimdi. Ayaklı kütüphane gibiydi. Yazmaktan çok konuşmayı severdi. Bekârdı. Gecelerini çok kere Küllük’teki veya Marmara Kıraathanesi’ndeki sohbetlerle geçirirdi. Belki de bu yüzden, bir-iki kitap dışında, ilmine lâyık eserler verememişti. Edebiyat Fakültesi’nde tarih hocasıydı. Mükrimin Halil, Atsız’ı sever ve takdir ederdi. Onun tarih alanındaki derin bilgisi, aralarındaki dostluğu pekiştiriyor ve sohbet konularını açıyordu. Hiç konuşmaz, onları dinlerdim. Sohbetlerinden yeni şeyler öğrenir, bunları hafızamda saklamaya çalışırdım. Atsız’ın çalıştığı bölüm, medresenin iç avlusuna bakıyordu ve bu avludan, baştan başa camlarla ayrılmıştı. Bu yüzden güneş doğrudan içeri vurur, yaz günleri çok sıcak olurdu. O zaman, Atsız Bey “Haydi gel, dışarı çıkalım” derdi. Beraberce avluya çıkar, açık havada bir uçtan diğerine yürüyerek konuşurduk. Başlıca konularımızdan biri, Atsız’ın yazmakta olduğu kitaplardı. O sırada, bunların üç ayrı eser olduğunu hatırlıyorum. Biri “Türk Tarihi” idi. Çoktan yazmaya başlamıştı ve hâlâ devam ediyordu. Bütün Türk tarihi, Atsız’ın tarih görüşü çerçevesinde, tek ciltte toplanacaktı. Buna çok önem veriyordu. İkinci kitap “Z Vitamini” idi. İsmet İnönü döneminin hicviydi. Türkçülüğe düşman tavır takınanlar bu romanda keskin şekilde hicvediliyorlardı. Atsız, bazen, bu romandan parçalar anlatırdı. Birlikte gülerdik, hattâ çok gülerdik. “Z Vitamini”, daha sonra, 1959’da Büyük Doğu gazetesinde tefrika olarak yayımlanacaktı. Ben, o sene, süvari yedek subayı olarak Siverek’te askerlik görevimi yapıyordum. Derginin çıktığı günler -sanırım cuma günleriydi- bayiye koşar, Büyük Doğu’yu alır ve sayfalarını çevirip ilk önce “Z Vitamini”ni okurdum. Okuduğum bölümde, Atsız’ın daha önce anlattığı pasajlar varsa, Süleymaniye Kütüphanesi’nin avlusundaki konuşmalarımızı hatırlardım. Siverek’in tozlu, baygınlık veren, bazen yakınlarında serap dahi gördüğümüz ezici sıcağının yanında, Süleymaniye’nin serin gölgeliğini ve Atsız’ın huzur veren konuşmalarını benliğimde hissederdim. Atsız’ın bahsettiği üçüncü kitap “Ruh Adam”dı. Ama, o zaman ismini henüz koymamıştı. Belki düşündüğü isim buydu, belki de zihninde henüz tam belirlenmemişti. Eserinden, sadece “roman” diye bahsederdi. Değişik bir tür olacaktı. Burada, birtakım karakterlere kendi düşüncelerini, tasavvurlarını ve karşı olduğu görüşleri söyletecekti. Romanın bazı pasajlarını anlatırdı. Bunlar, daha çok son bölümle ilgili olanlardı. Yani, Selim Pusat’ın Tanrı tarafından sorguya çekildiği bölüm. “Ruh Adam”ı yayınlandıktan sonra okuyunca gördüm ki, Atsız Bey’in bana anlattıkları ile kitaptakiler birbirini tam tutmuyor. O zaman 1956-57′lerde kitabın henüz tam şeklini almamış olduğunu düşündüm. Eserin ilk baskısı 1972’de yapıldığına göre, demek ki, Atsız, bu romanı üzerinde 15 yıldan fazla çalışmış. Veya, kitabı büyük ölçüde tamamlamış da yayımlanmasını geciktirmiş. Bu ikinci ihtimal bana daha kuvvetli gözüküyor. Çünkü, romandaki kahramanların hemen hepsi, o tarihte hayattaydılar. Kendilerini elbette teşhis edeceklerdi. Bundan memnun olacaklar da çıkardı, olmayacaklar da. Üstelik, romanda Atsız’ı derinden sarsan bir aşkın hikâyesi yer alıyordu . 43 yaşında, hayata ve insanlara değişik bakış tarzı olan, evli bir adamın, 18 yaşındaki lise öğrencisi bir genç kıza olan aşkı. Bunun, eşini üzeceğini, kıracağını, tedirgin edeceğini düşünmüş olmalı. Bedriye Hanım, o fırtınalı dönemi birlikte yaşamıştı. Herhâlde hiçbir şey onun için meçhul değildi. Ama, bunun yazıya dökülmüş olması onu rahatsız edebilirdi. Halbuki, bu fedakâr hanımefendi, zindan günlerinde, yokluk ve ızdırap günlerinde Atsız’ın daima yanında olmuş, felâketler karşısında metanetle durmasını bilmişti. Atsız’ın, ona olan sevgisinin yanında, bu yönüyle de saygı ve takdir duyduğu şüphesizdi. Ancak, aralarındaki evlilik bağının artık yürüyemeyeceğine kesin olarak hükmettiğinde romanın yayımlanmasına karar vermiş olabilir. Bunun da 1970’ten sonraki tarihlere rastladığı anlaşılıyor. Romanın ele alındığı dönemden altmış yıl, yayımlanmasından kırk yıl geçtikten sonra, artık bazı konuların açıklığa kavuşmasında sanırım bir sakınca kalmamıştır. Bu düşünceden cesaret alarak, romanda benim tanıdığım kahramanları anlatmamın mahzuru olacağını sanmıyorum. Bunlar Yek, Dr. Cezmi Oğuz ve Ayşe Hocânım’dır. Bir de Prenses Leylâ var. Onu tanımadım. Ama, hakkında okuyucuya bazı bilgiler verebileceğim. YEK = OSMAN REŞER “Ruh Adam” romanında “Yek” adıyla çizilen tip, eserin başından sonuna kadar önemli bir rol oynamaktadır. Kötü bir tiptir; çirkin, yılışık, riyakâr ve münasebetsizdir. Buna karşılık, bazı nitelikleri, romanın kahramanı Selim Pusat’ı şaşırtmaktadır. Atsız, romanın çeşitli yerlerinde Yek’i bazen ayrı ayrı, bazen benzer şekillerde tasvir etmiştir. Bunlar bir araya getirildiği zaman, Yek’in tablosu karşımıza daha net çizgilerle çıkmaktadır. Selim Pusat, bir gece Çamlı Koru’da Prenses Leylâ ile konuşurken, uzaktan “bir lâmbanın ışığı altında kılıksız, çok çirkin yüzlü bir adamın kendilerine bakarak aksak adımlarla geçip gittiğini” görür. “Kim bu mendebur herif?” diye sorduğu zaman “Dünyanın en fena adamı” karşılığını alır. Yek’in çipil ve riyakâr gözleri vardır. İnsana istemeksizin tiksinti verecek kadar iğrençtir. Selim Pusat, bu “mıymıntı, çirkin, sıska ve riyakâr herif“ten iğrenmektedir. Prenses Leylâ, onun bir ajan, iblisten daha kurnaz, daha tehlikeli bir adam olduğunu söylemektedir. Karısı Ayşe ise, “Yek”in manasını sorduğu zaman “Kötü ruh demektir” diye cevap vermiştir. Yek, romanda Selim Pusat’ın sinirlerini bozmakta, onu rahatsız etmekte, fakat çok kere de aklından geçenleri okumakta, kendisine bile söylemekten çekindiği sırlarını bilebilmektedir. Adeta insanüstü hassaları vardır. Romanın sonunda da, Selim Pusat’ı ilâhî mahkemeye götürmek için gönderilen bir görevli olarak ortaya çıkmaktadır. O zaman, Yek’in eski bir asker olduğu anlaşılmaktadır. *** Selim Pusat, askerlikten çıkarıldıktan sonra, kendisine Tarihî Evrak Komisyonunda bir görev verilmişti. Burada birtakım yaşlı emekliler çalışmaktaydı. Onların kalıbı Selim Pusat’ın hiç hoşuna gitmemişti. Başıbozuk softaları andıran bir durumları vardı. Sekiz kişiydiler. Hemen hepsinin yaşı altmışı, hattâ yetmişi aşmıştı. Daha çok din ve tasavvuf üzerine konuşuyorlardı. Çalışmaları muntazam ve metotlu değildi. Öğle saati olunca çalışma masalarını yemek masası hâline getiriyor, beraberlerinde getirdikleri yemekleri çıkarıp yiyorlardı. Selim Pusat, masa komşusunun bir yabancı şivesiyle konuştuğunu anlayınca yüzüne bakar ve onun Yek’e ikiz kardeşi kadar benzediğini görür. Adını sorduğu zaman “Osman” cevabını alır. O zaman elinde olmaksızın “Soyadınız da Yek mi?” diye sorar. Konuşma, hademenin gelip, müdürün Osman Bey’i çağırdığını söylemesiyle kesilir. Ondan sonra, diğer memurlarla Selim Pusat arasında şu konuşma geçer “Odadakilerden biri Selim i aydınlattı – Şivesi tuhafınıza gitti, değil mi? Dönmedir. – Dönme mi? Hangi milletin dönmesi? – Alman Yahudisidir. Asıl adı Oskar iken Müslüman olunca Osman a çevirmiştir. – Soyadı nedir? – Soyadı Fişer’dir. Onu değiştirmedi. Yalnız Türk imlâsıyla yazmaya başladı. Selim ilgilenmişti. Sordu – Neden Müslüman olmuş? Asıl mesleği nedir? – Hitler idaresinin baskısına uğradığı için Müslüman olmuş diyorlar. Memleketinde şarkiyat profesörü imiş. Türkçe, Arapça, Farsçadan başka birkaç da Avrupa dili bildiği için asker olmadığı hâlde komisyona aldılar.” 3 3 Atsız, Ruh Adam, Baysan Basın ve Yayın Sanayii s. 146-147, İstanbul, 1992. Osman Fişer, bir gün Selim Pusat’a tasavvuf hakkında fikrini sorar. Pusat, hiçbir fikri olmadığını söyler. O zaman, Osman Fişer, diğer memurları işaret ederek, onların tasavvufu İslâmiyet sandıklarını, halbuki onun Budizm ve Manihaizm çorbası olduğunu söyler. Tuz ve biber olarak içine epey Hristiyanlık ve Yahudilik katılmıştır. “Domuz Yahudiler” Müslüman olarak Müslümanlığı bozmak için bu bidatları sokmuşlardır. Osman Fişer’e göre “iyi bir imam olmak için önce iyi bir haham olmak şarttır.” Selim Pusat bu kadarına öfkelenir ve ona, kendisi Yahudi olduğu hâlde, Yahudilerin niçin bu kadar aleyhinde bulunduğunu sorar. Cevap alamayınca da üsteler “Hangi ırktansınız?” O zaman Osman Fişer “Şeytan ırkından” cevabını verir ve önündeki kâğıtlarla meşgul olmaya başlar. Pusat’ın karısı Ayşe Hanım da, daha önce Yek’in şeytan demek olduğunu söylemiştir. *** Atsız’ın “Tarihî Evrakı İnceleme Komisyonu” adını verdiği yer, Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bürodur. Burada yaşlı başlı birtakım adamlar, önlerindeki eski eserleri incelerler, bazı notlar çıkarırlardı. Hemen hepsinin masasının üzerinde, eskimiş ve yıpranmış ciltlerin arasında sararmış yapraklı -bazıları yazma- kitaplar dururdu. Çalışma masaları, ışığı karşıdan alacak şekilde, yan yana, muntazam bir sıra hâlinde dizilmişti. Konuşulması gerekince, alçak sesle, adeta fısıltıyla konuşulurdu. Selim Pusat’ın Şeytan Yek’in ikiz kardeşi belki de kendisi olarak gördüğü Osman Fişer, bu eski eserleri tetkik eden uzmanlardan biriydi. Gerçek hayattaki adı Osman Reşerdi. Atsız, onu daha önceden, Edebiyat Fakültesi’nden tanıyordu. 1932’de yayımladığı Atsız Mecmua’nın 17. sayısındaki “Darülfünunun Kara, Daha Doğru Bir Tabirle Yüz Kızartacak Listesi” adlı yazısında Osman Reşer’i şöyle anlatmaktadır “Reşer Efendi Arap Edebiyatı Tarihi müderrisi olan bu zat bir Alman Yahudisidir. Fakat Ramazanlarda bazen oruç tuttuğuna bakarak kendisinin Müslüman olduğunu söyleyenler varsa da, bunun Arapçada kendisine çok büyük yardımları dokunan Beyazıt Kütüphanesi müdürü İsmail Saip Efendi’nin teveccühünü kazanmak için yapılmış bir tabiye olduğunu temin edenler de vardır. Bu müderrisin Türkçe eseri yoktur. Çünkü Türkçeyi Fazıl Nazmi Bey kadar da konuşamıyor. Fakat Almanca neşriyatı çoktur ve iyidir. Fakat eserlerini yalnız yetmiş nüsha bastırdığından ve satılığa çıkarmayıp yalnız muayyen kütüphane ve bayilerle mübadele ettiğinden bu eserleri görmek her kula müyesser olmaz. Talebesine verdiği dersler bir Arap edebiyatı tarihi olmaktan ziyade bir Arap şairleri biyografisi’ mahiyetindedir. Reşer Efendi’nin buradaki bir vazifesi de nadide yazma kitapları toplayıp Almanyaya göndermektir. Almancada scb’ şeklinde üç harfle yazılan şe’ harfi için Türklerin bir tek ş’ harfini kabul etmelerini de Türklerin en büyük muvaffakiyeti saymaktadır.” 4 Atsız’ın Osman Reşer hakkındaki bu bilgileri, Edebiyat Fakültesi’nde Türkoloji asistanı bulunduğu zaman edindiği muhakkaktır. 4 Atsız Mecmua, s. 17, Ekim 1932. Atsız, bu yazısından 27 yıl sonra kaleme aldığı “Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz” adlı hatırat tefrikasında Osman Reşer’e daha ayrıntılı olarak temas etmiştir. “…İşte Hasan Ali bu “toplu bakışla“ bütün bakışları topluca üstüne toplamış, fakat edebiyat alanına bir anıt dikememiştir. Onun bu eserinin asıl zararı “Osman Reşer”e dokundu. O da kim diyeceksiniz. Kim olacak, Müslüman olmuş bir Alman Yahudisi. Almanyanın Stuttgart şehrinde doğmuş ve Oskar Rescher olarak büyümüş, Arabiyata merak sarmış, Türkiyeye gelerek yıllarca kalmış, Birinci Cihan Savaşında Alman ordusunda çavuş olarak bulunmuştur. Belki de Almanya’nın birinci savaşta yenilmesinin sebebi böyle bir çavuşa malik olmasıdır. Her ne ise, savaştan sonra Oskar Rescher yine buraya gelmiş, Arapça metinler üzerinde uğraşmış, daha doğrusu kendisi uğraşmamış da başkalarını uğraştırmıştır. O zaman dünyadaki Arabiyat bilginlerinin birincisi merhum İsmail Saip Hoca idi. Yerli, yabancı herkes her şeyi öğrenmek için ona giderdi. Hiçbir yardım isteğini reddetmez, her giden mutlaka bir şey öğrenirdi. Rescher, Yahudi olduğu için bu büyük ağacın yemişlerini kendi hesabına devşirmenin yolunu bulmuştu, gece gündüz onun yanındaydı. Türkiye’de Şapka Devrimi olup da İsmail Saip Hoca onu giymeyi kabul etmeyince İstanbul Darülfünundaki Arap Edebiyatı Tarihi kürsüsünü bıraktı. Bayezit Kütüphanesi müdürlüğünü alarak ölünceye kadar kütüphaneden çıkmadı. Rescher de postu oraya serdi. İsmail Saip Hoca’dan açılan kürsüye Rescher’i getirdiler. Bunun vebali Köprülüzade Fuad’a aittir. Çünkü onun da garip bir huyu vardı Avrupa’dan gelen her şeyi beğenirdi. Avrupalılar arasında yalnız Profesör Babinger’i sevmemiş, çünkü Babinger, Köprülü Fuad’ın gerçekte Köprülü ailesine mensup olmayıp Kıbleli ailesinden olduğunu yazmıştır. İşte bu Rescher Darülfünunda bizim de hocamız oldu. Feyzimizin derecesini takdir edersiniz. Müslümanlığa oruç tutmakla başladı. Tek başına hiçbir Arapça şiiri anlayamadığı için daima İsmail Saip Hocaya başvurur, saatlerce uğraşır, böylece öğrendiklerini bize öğretir, yani hiçbir şey öğretemezdi. İşte, Ramazanda oruç tutan Hocaya saygıdan Rescher de oruç tutmaya başladı. Bunu ibadet olarak mı, iktisadi bir iş olarak mı yaptığını bilmiyorum. Fakat pek hoşuna gitmiş olacak ki nihayet Müslüman oldu. Asıl adı Oskar’dı ya, bunu Osman yaptı. Soyadını değiştirmedi. Yalnız Almancada “sch” şeklinde üç harfle yazılan “ş“yi atarak bunu Reşer şeklinde Türk imlâsı ile yazmaya başladı. Tabiî bu da Türk sevgisinden değil, daha az mürekkep sarfettiren iktisadi bir işlem oluşundandı. İsmail Saip Hoca kedilere karşı büyük bir şefkat gösterir, düzinelerle kedi beslerdi. Reşer de aynı yola saptı. Şehrin türlü yerlerinde beslediği kediler vardır. Bazı ihtiyar ve kedi delisi kadınlara tahsisat vererek onları doyurduğu gibi çantasındaki hazır nevaleden de yolda gördüğü her kediye uyuz, topal demeden ziyafet çeker. İşte bu Reşer, Hasan Âli’nin Maarif Vekilliği sırasında onun “Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış” adlı eserini Almancaya çevirdi. Bütün eserlerini ancak 30-40 nüsha bastırıp Hasan Âliye örneklik yolladı, Maarif Vekâletinin yüzlerce nüsha alacağını mı sanıyordu nedir, herhalde işin iktisadi bir tarafı vardı fakat ala ala kuru teşekkür aldı ve tabiî bol bol da hava... 5 *** Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürü Şerafettin Kocaman, Osman Reşer’le ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor 5 “Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz” Büyük Doğu, s. 1-33, 1959. “İsmail Efendi’nin vefatından sonra kalabalıkla birlikte cenazeyi takip ettik. Definden sonra herkes döndü. Ben hem garip kaldım, hem de hocam olduğu için kabrin başından dönmesini bekledim. Herkes gittikten sonra mezarın başında ellerini kavuşturmuş halde beş dakika durdu. Ben uzakta olduğum için ne söylediğini, ne okuduğunu işitmedim. Dönüp yanıma gelince dedi ki Benim güneşim söndü. Artık bana hayat karanlıktır. Yaşamaya bile değmez.’ Bu söz, ilim aşkının dile getirdiği bir ifade idi. Onun üzerine ben Size bir yıldız göstereceğim, onunla teselli bulacaksınız’ dedim. Bu işle meşgul kim varsa ben hepsini tanırım. Kimse onun yerini tutamaz dedi. Şerefeddin Yaltkaya’dan başlayarak Rebiî Molla vesaire ile birkaç isim saydı. Onların hiçbiri değil’ dedim. Hafız Bey’i söyledim. Şöyle, kısa boylu bir adam değil mi?’ dedi. Evet’ deyince başını, Nafile, onu da biliyorum manasında salladı. Ben ısrar ettim. Bir kere görüşün’ dedim. Hafız Bey’i tanıttım. İki ay sonra Karaköy Börekçisi’nin köşesini dönerken tramvayda Reşer’i gördüm, hemen atladım. Nasıl buldunuz?’ dedim. Eh, şöyle böyle’ dedi. Devam edin, sonra yine konuşuruz, dedim. O hâle geldi ki Hafız Bey’i Kuzguncuk’taki evinde bulamazsa, Erenköyü’ne Muhiddin Beylere geliyor, orada da bulamazsa Nişantaşı’nda Hafız dostlarından biri olan Harbiye Nezareti emeklisi olan bir zatın evine gidiyor ve bu yolculukları aynı günde yapıp, Hafız Bey’i buluyordu. Bir beyitte müşkilim var’ diye başlar, en az on beş beyit okurdu. Bu aralarda ben Hafız Bey’i gördükçe Osman Reşer’in bilgisini sorardım. Bu müsteşrikler, böyle baştan aşağı cahildir. Hiçbir şey bildikleri yok’ derdi. Ben kendisine onun çok değerli âlim bir Arap edebiyatçısı olduğunu tekrarlardım. Reşer, altı ay sonra Hafız Bey’i takdir etti . Hafız Bey, tam üç sene sonra Cidden büyük bir âlimmiş’ diyerek Reşer’in ilmini tasdik etti. Hafız Bey’in son zamanlarında Altunizade’deki Süleyman Bey’de otururken kendisini ziyarete gitmiş ve Reşer ile neler okuduğunu sormuştum. Yakası açılmamış, görmediğimiz, on dört divan okudu’ demişti. Bunların iyi kötü tercümesini yapar ve az miktarda Almanya’da bastırırdı. Hafız Bey’in adını zikretmek hususunda kadirdanlığı gösterirdi. Hafız Bey, öyle şeylere değil, hiçbir şeye metelik vermezdi. İşte o vesilelerden birinde şu beyti söylemişti O ganîyim ki, bu bâzâr-ı cihanda feleğe Metelik vermek için bende bozukluk yoktur Reşer aynı zamanda şairdi. Almanca şiirlerini yazıp neşrederdi. Bir gün Bayezid’de kütüphane kapısında çınarların altında oturuyordum. Kütüphaneden çıkan Reşer beni görünce geldi. Yahu’ dedi. Hasan Âli Yücel Bey ile Fuzulinin Leyla ve Mecnun’unu Almancaya tercüme ediyoruz. Bir beyit geldi, manasını bir türlü anlayamıyoruz. Sûz-i dil ile gelip figâne Kâfûrunu döktü zağferâne Şu “kâfûrunu zağferâne döktü ne demek?” deyince Fuzuli ile meşgul olanlara sormadınız mı?’ dedim. Kime sordumsa cevap alamadım’ dedi. Ağladı, demektir’ dedim. Ne münasebet?’ deyince, izah ettim Kâfûr, beyaz gözyaşları; zağferân, aşktan ve heyecandan sararmış yüzüdür. Ağlayınca kâfûr, zağferâne dökülmüş oluyor’ deyince çok hoşuna gitmişti. Benim hüviyetim hakkında hiçbir malumatı olmayan Hasan Âli Yücel, vekâleti zamanında edebiyat lügâtçesi hazırlanması için Namık Kemal, Ziya Paşa ve Hamse-i Atâî divanlarını bana havale etmişti. Bunda Reşer’in Şerafeddin Efendi’nin ve merhum fakülte arkadaşım Adnan Ötüken’in tesirleri olduğunu hissediyorum.” Müsteşrik Oscar Reşer İstanbul’a geldiği zaman Beyazıt’ta İsmail Saip Efendi’nin bir sohbetine katılıyor. İsmail Saip Efendi konuşurken Reşer, “Yanlış oldu efendim, bu kelimenin, böyle olmaması gerekir” diye müdahalede bulunuyor. Başta da ifade ettiğimiz gibi Hoca merhum prensiplerinden taviz vermeyen ve bildiğini doğru bilen bir allâme olduğu için, bu müdahale karşısında tavrını hiç bozmuyor, Reşer’e “Sus köpek, otur oturduğun yerde!” diye çıkışıyor. Tabiî ki, Osman Reşer üzülüyor, bir köşeye büzülüyor, konuşmaları dinlemeye devam ediyor. Söz bitip meclis dağıldığı sırada o da gitmek için ayağa kalkıyor. Fakat İsmail Hoca, Reşer’e “Sen dur” diyor ve anlatmaya başlıyor O kelimenin on altı manası vardır. Şu şu manaya gelir, şununki böyledir, senin dediğin şuradaki manasını kullandım diye uzun uzun izah ediyor. Bu açıklamalara ve Hoca’nın derin ilmine hayran olan Reşer, bir daha onun peşini bırakmıyor. – Sayın müdürüm. İsmail Saip gibi bir allâmeyle, müsteşrik Osman Reşer’in yan yana gelmesini, ben şahsen iki denizin birleşmesi gibi görüyorum. Ve Osman Reşer’in, Hoca’nın ilmine, faziletine, ahlâkına ve karakterine hayran kalarak Müslüman olmasını çok önemli bir hadise telâkki ediyorum. Bu birlikteliğin ortaya çıkardığı canlı tablolardan birkaç örnek daha verebilir misiniz? – Bu sorunuzun cevabını merhum Mahir İz hocamızın “Yılların İzi” adındaki hatıratından aldığım şu cümleler en güzel şekilde verecektir. Aynen naklediyorum “İsmail Efendi sarık ve cübbesiyle Darülfünunda üniversitede -Arap Edebiyatı- hocasıydı. Kıyafet inkılâbından sonra “Biz bununla geldik, bununla gideriz“ diyerek istifa etmiş ve yerine bir Alman müsteşriki olup, sonradan bizim de fakültede hocamız olan Reşer Bey’i tavsiye etmişti. Reşer, Almanya’da Şarkiyatı bitirdikten sonra Mısır’a gidip orada bir müddet kalmış, sonra İstanbul Kütüphanelerini tetkike gelmiş ve Saip Efendi’yi bulunca dizinin dibinde oturmuş, yirmi beş sene peşini bırakmamıştı. Kedi meraklısı olan İsmail Efendi’nin bizim zamanımızda yirmi yedi tane olan kedilerinin erzakını, Reşer Bey dışarıdan toplar ve kedilere yedirirdi.” 6 6 Dursun Gürlek, Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürü Şerafettin Kocaman ile Mülâkat *** Osman Reşer, gerçekten “Yek” tipinde tasvir edilen gibiydi. Çirkin ve zayıftı. Kamburumsuydu. Kılık kıyafetine özen göstermezdi. Sanırım kendi başına yaşıyordu. Benim onu nasıl tanıdığıma gelince… Onu, Atsız Bey’i Süleymaniye Kütüphanesi’nde ziyarete gittiğim zamanlar masalardan birinde çalışırken görürdüm. Bende, sık sık masasından kalkıp diğer masalarda çalışanların yanına gittiğine, eğilip kulaklarına bir şeyler fısıldadığına, bu yüzden ortalıkta biraz fazla dolaştığına ait bir intiba kalmıştır. Salonda çalışan diğer memurlar arasında -nedense- sadece onun yüz hatları hafızamda yer etmiştir. Ötekiler daha silikti. Adeta hepsi birbirine benziyordu yahut suratlarına aynı soğuk ve ciddi maskeyi geçirmişlerdi. O zaman, Atsız Bey’e onun adını sormamıştım. Diğer çalışanların hiçbirinin adını sormamıştım ki, onunkini sorayım. Beni hiç ilgllendirmiyorlardı. Biz, Hocayla birlikte “dünyaya nizam vermekle meşgulken” onların adlarından, hatta şahsiyetlerinden bana neydi. Bir süre sonra Hukuk Fakültesini bırakıp Edebiyat Fakültesi’ne geçtim. Tarih bölümünde okuyordum. Sanırım ikinci veya üçüncü sınıftaydım. Zeki Velidî Togan’ın öğrencisiydim. Umumî Türk Tarihi Kürsüsünü seçmiş, lisans tezimi de Zeki Velidî Bey’den almıştım. Biraz da bu münasebetle “İslam Araştırmaları Enstitüsü”nün kütüphanesine gider, ilgimi çeken kitapları karıştırırdım. Zeki Velidî Hoca, bu enstitünün kurucusu ve müdürüydü. Yabancı dillerdeki ilmî neşriyatı getirtir, kütüphaneye koyardı. Oraya gittiğimde ara sıra, Atsız Bey’in çalışma yerinde gördüğüm o kılıksız adama rastlıyordum. Dikkatimi çekmiş olmalı ki, bir gün oradakilerden birine kim olduğunu sordum. “Osman Reşer”miş. Alman Yahudisi iken Müslüman olmuş. Adını o zaman öğrendim. Kendisiyle doğrudan doğruya bir temasım olmadı. Yaşlarımız, konularımız, dünyalarımız çok farklıydı. Hiçbir müşterek tarafımız yoktu. Belki tesadüfler de denk gelmedi. Avrupa dillerini, Arapça ve Farsçayı, eski eserleri ve bibliyografyayı iyi biliyor olması, Zeki Velidî Hoca ile yakın teması bulunduğu ihtimalini akla getiriyor. Belki de Hoca, onun bazı konulardaki bilgisinden yararlanıyordu. Zeki Velidi Bey’in engin kültürü, tecrübesi ve özellikle bibliyografya konusundaki şaşılacak hafızası da Osman Reşer’i cezb etmiş olmalıdır. “Ruh Adam” romanının konusunu ve kahramanlarını bilseydim, Osman Reşer’le şüphesiz daha yakından ilgilenirdim. Ama, o zaman Atsız Bey’in romanı henüz yayımlanmamıştı. Dr. CEZMİ OĞUZ = Dr. CEZMİ TÜRK “Ruh Adam”ın kahramanı Selim Pusat, kendisinden yirmi beş yaş küçük, liseli bir genç kıza âşık olmuştur. Fakat, bunu bir türlü kabullenememektedir. Çünkü evlidir, kendisini seven bir eşi ve küçük yaşta bir çocuğu vardır. Ayrıca gelecek vaat eden bir yüzbaşı olduğu hâlde, kıralcılığı savunduğu için ordudan çıkarılmıştır. Bu yüzden kendisini içkiye vermiştir. Sarhoşlukları, hayalleri ve rüyaları ile normal zamanlan birbirine karıştırmakta düşüncelerinden, hatta gördüklerinden hangisinin gerçek, hangisinin gerçek dışı olduğunu ayıramamaktadır. Selim Pusat, bu arada hastalanmış, ateşler içinde yatmaktadır. Karısı Ayşe Pusat, bir doktor çağırır. Gelen doktor, 39 derece ateşi olmasına rağmen, hastalığının uzvî değil, yani kısaca “aşk”tan geldiğini söyler. Hatta, başlangıç olduğu için, kendisinin bile bunun henüz farkında olmadığını ifade eder. Selim Pusat, derinden sarsılır. Ateşi düşmeyince, Ayşe Pusat, çalıştığı daireye haber verip bir hekim göndermelerini ister. Bu defa gelen, askerî bir doktordur ve adı Cezmi Oğuz’dur. Selim Pusat, onu eskiden tanımaktadır. Vaktiyle aynı birlikte bulunmuşlardır. Bilgili ve temkinli bir adamdır. Nükte yapmayı, taşı gediğine koymayı bilen, kolay kızmayan, gerektiği zaman susabilen bir insandır. Selim Pusat, bu özellikleri ve eski tanışıklığı dolayısıyla, ona değer vermektedir. Cezmi Oğuz, Selim Pusat’ı muayene ettikten ve reçete yazdıktan sonra, aralarında “aşk” üzerine bir konuşma geçer. Hastalık, karaciğerdeki sertleşmeden ileri gelmektedir. Ancak, ruhî sebepler de bulunabilir. Bu ruhi sebeplerin arasında aşk da yer alır. Doktor Cezmi’ye göre, aşk bir sebep değil, neticedir hastalığın kendisi değil, görünüşüdür. Asıl hastalık, açığa vurulmayan şehvet duygusudur. İnsanlar, şehvetin estetik şekline aşk adını vermişlerdir. Onun için, aşk daha ziyade, güzel kadınlara veya kızlara karşı duyulur. Selim Pusat’ın aşkın felsefesiyle uğraşacak zamanı olmamıştır. Bu yüzden onu Doktor Cezmi’nin söylediği şekilde hiç düşünmemiştir. Bu sebeple, konu kendisini tedirgin ettiği hâlde, aşk üzerindeki konuşmayı sürdürür. Cezmi Oğuz, aşk hakkındaki görüşlerini Selim’e anlatmaya devam eder – Aşkın şehvetle aynı şey olduğunun kesin bir delili de, vuslattan sonra ikisinin de sönmesidir. Yıllarca süren aşklar ise, vuslata erememenin, yahut çok geç ermenin neticesidir. Sevilen ne kadar güzel ve çekici olursa, aşk da o kadar şiddetli ve uzun olur. Bazı kadınlar veya kızlar, bilmeden karşısındaki erkeği delirtir. Bazıları da sanatkârdır. Bunu bilerek yapar. Böylece aşk olgunlaşır. Şehvet kötü bir şey değil, aksine hayatın en büyük prensibidir. İnsan neslinin tükenmemesini sağlar. Şehvet aşk hâline geldikten sonra artık insanlar arasında yarış başlamış ve gerçektekilerle yetinilmeyerek, zihinlerde güzeller icat edilmiştir. Her şeye rağmen, aşk lüzumlu bir şeydir. Çünkü yaşamayı tatlı bir hâle getirir. İhtirastır. İhtiraslar ise çok kere parlak ve olumlu neticeler doğurur. Ve, konuşmasını şöyle bitirir – Sen bile, bu kadar ciddî karakterde olduğun, askerlik dışında hiçbir konuya aldınş etmediğin halde günün birinde kendinden yirmi beş yaş küçük bir kızı sevebilirsin. *** Atsız’ın, “Ruh Adam”da bu fikirleri söylettiği Dr. Cezmi Oğuz, gerçek hayattaki Dr. Cezmi Türk’tür. Bugün, Cezmi Türk adını bilen yahut hatırlayan pek az insan vardır. Onun için, önce Dr. Cezmi Türk’ün kısa hayat hikâyesini ele alalım. Mehmet Cezmi Türk, Atsız’la aynı yıllarda doğmuştur. Onun gibi Askerî Tıbbiye’ de okumuş; zeki, çalışkan, milliyetçi ve mücadeleci şahsiyeti bu yıllarda belirmeye başlamıştır. Askerî Tıbbiye’den mezun olduktan sonra, çeşitli askerî hastanelerde görev yapmıştır. Zekâsı ve kabiliyeti ile dikkatleri çekerek ihtisas ve inceleme için Fransa’ya gönderilmiştir. Dönüşünde Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde hocalığa tayin edilmiştir. Profesörlük unvanı buradan gelmektedir. Dr. Cezmi Türk, albay rütbesinde iken askerlikten ayrılarak Adana’da serbest hekimlik yapmaya başlamıştır. 1950 seçimlerinden önce, Demokrat Parti’den milletvekili adayı olmuş; yakın arkadaşı Prof. Remzi Oğuz Arık’la birlikte yaptığı çalışmalar, Demokrat Parti’nin Adana’da büyük bir çoğunluk elde etmesini sağlamıştır. Adana milletvekili olarak Meclise giren Dr. Cezmi Türk’ün şöhreti, parlâmentoda ve dışarda yaptığı konuşmalarla, tenkitlerle daha da yayılmıştır. Türkiye’nin NATO’ya katılması için TBMM’de yapılan oylamada tek red oyunu Cezmi Türk vermiştir. Bir süre sonra Demokrat Parti ileri gelenleriyle anlaşmazlığa düşmüş, Remzi Oğuz Arık’la birlikte partiden istifa etmiştir. İki arkadaş, tanınmış başka şahsiyetlerin de katılmasıyla Türkiye Köylü Partisi’ni kurmuşlardır. Bu partinin genel çizgileri milliyetçilik, halkçılık, muhafazakâr gelişmecilik olarak belirtilebilir. 1954 seçimlerinden az önce, parti genel başkanı olan Remzi Oğuz Arık’ın bir uçak kazasında vefat etmesi ve teşkilâtlanmanın tamamlanamaması gibi sebeplerin de etkisiyle Türkiye Köylü Partisi, seçimde başarılı olamamıştır. Bununla beraber varlığını korumuş, Cezmi Türk de partideki görevine devam etmiştir. Cezmi Türk, mesleğinin dışında da geniş bir kültür birikimine sahipti. Güzel de yazı yazardı. Yazılan Atsız Mecmua’da, Adana’daki Bugün ve Demokrat gazetelerinde, Toprak ve Çakmak dergilerinde yayımlanmıştır. Altı çocuk babasıydı. *** Atsız, “Ruh Adam”da, Cezmi Türk’ün adını aynen almış, yalnız soyadını değiştirmiştir. Ona “Oğuz” soyadını yakıştırmasının bazı sebepleri üzerinde düşünülebilir. Cezmi Türk’le Remzi Oğuz, hele 1950’den sonra, kamuoyunda birlikte anılır olmuşlardı. Aynı fikirleri, aynı ülküleri paylaşıyorlardı. Bu bakımdan, “Oğuz” soyadının Remzi Oğuz’u çağrıştırabileceği, böylece ikisi arasındaki görüş birliğine bir atıf sayılabileceği şüphesizdir. “Remzi” ile “Cezmi” adlarındaki ses benzerliği de dikkat çekicidir. Dr. Cezmi Türk, samimî bir vatansever ve milliyetçiydi. Ancak milliyetçilik konusunda, Atsız’dan biraz daha farklı düşüncelere sahipti. Turancılığı benimsediğine dair bir işaret yoktur. Daha çok “Türkiyecilik” denilen bir düşünceye yatkındı. Her şeyden önce Türkiye’nin büyümesi, güçlenmesi, ilerlemesi gibi bir düşünce. Remzi Oğuz Arık, bu düşüncenin önde gelen simalarından biriydi. Elbette ki, bu görüş, Türklüğün bütününü değil, Oğuzların kurduğu Türkiye devletini içine alıyordu. Bunun için, Atsız, “Türk” soyadını “Oğuz” olarak değiştirmek suretiyle Dr. Cezmi Türk’ü, Dr. Cezmi Oğuz hâline getirmiştir. Bu davranışta, Dr. Cezmi Türk’ün fikrî tarafına bir telmihte bulunulduğu açıktır. Cezmi Türk, Askerî Tıbbiye’de Atsız’dan bir sınıf yukarıdaydı. Daha sonra Askerî Tıbbiye’yi bitirerek askerî tabip olmuştur. “Ruh Adam”da, Selim Pusat’la Cezmi Oğuz’un tanışıklıkları “eskiden aynı birlikte bulunup arkadaş olmuşlardı” şeklinde dile getirilmektedir. Atsız’la Dr. Cezmi Türk arasındaki bir başka ortak nokta da, her ikisinin Türkiye Yayınevi ve onun sahibi olan Tahsin Demiray’la yakınlıklarıdır. Tahsin Demiray, eski bir ilkokul öğretmeniydi. Öğretmenlikten ayrılıp çocuk dergileri çıkarmış, bu alanda kazandığı parayla -dönemi için büyük ve modern sayılan- bir yayınevi ve matbaa kurmuştu. Zamanının Ateş Çocuklar, Yavrutürk, Çocuk Haftası, 1001 Roman gibi çok okunan çocuk dergilerinin yanı sıra, hanımlar için Ev İş, magazin türünde Yıldız, Hafta gibi dergiler çıkarmıştı. Ayrıca, çok sayıda kitap yayımlamıştı. 6 ciltlik Canlı Tarihler ve Atsız’ın Osmanlı tarihine dair eserleri bunlar arasındadır. Atsız, devletin kendisine görev vermediği, yani yokluğa mahkûm ettiği yıllarda Türkiye Yayınevi’nde çalışmıştır. Tahsin Demiray, Türkiye Köylü Partisi’nin de yöneticilerinden olmuş, daha sonra, bir süre genel başkanlığını yapmıştır. Bu partinin genel merkezi, İstanbul Valiliği’nin hemen yanında, içinde Türkiye Yayınevi’nin de bulunduğu, Tahsin Demiray’a ait binanın bir katını işgâl ediyordu. Türkiye Yayınevi, bir de haftalık siyasî dergi çıkarmaktaydı. Adı ÇAKMAK olan bu derginin sahibi Tahsin Demiray, neşriyat müdürü Dr. Cezmi Türk’tü. *** Ben, Dr. Cezmi Türk’ü, önce uzaktan, siyasî hayatını takip ederek tanıdım. O genç yaşlarımda bende bıraktığı izlenim, mert ve yürekli bir aydın olmasıydı. İlk karşılaşmam ise 1955 yılında oldu. O yıl Türk Dünyası adında aylık bir Türkçü dergi yayımlamaya başlamıştım. Dergide bir de anket tertiplemiştik. Dr. Cezmi Türk’ten de bu ankete cevap almayı düşündük. Kendisini telefonla aradım. O sırada Çakmak dergisi henüz çıkmıyordu. Onun için evinden irtibat kurabildim. Düşüncemi olumlu karşıladı. Cevapları hazırlayacağını, evine gelip almamızın mümkün olup olmadığını sordu. Gün kararlaştırdık. Levent’teki adresini verdi. Pırıl pırıl bir kış günüydü. Önceki günlerde yağan kar henüz erimemişti. Her taraf bembeyazdı. O zamanki Levent’in, bugünkü Levent ile hemen hiçbir alâkası yoktu. Zincirlikuyu’dan sonra, göz alabildiğine uzanan bir ova. Bu ovaya, geniş bahçeler içinde müstakil villâlar kondurulmuş. Yollar henüz ağaçsız. Trafik yok, ortalıkta insan yok, gürültü patırtı yok. Levent’e tek tük otobüs işliyor. Otobüsten indikten sonra, verilen adresi bir hayli arayarak, güçlükle bulabildim. Daha sokak adları, hatta ev numaraları bile doğru dürüst belirlenmemişti. Cezmi Türk, işte bu villâlardan birinde oturuyordu. Kapıyı kendisi açtı. Uzun boylu, yakışıklı, güleç yüzlü bir adam. Cevapları aldım. Dr. Cezmi Türk’ün yönetimindeki Çakmak dergisini beğenerek okuyordum. Zamanına göre ileri teknolojiyle basılıyor, ilgi çekici konulara temas ediyordu. 1956 yazında, yakın arkadaşım Burhanettin Şener’in çıkardığı haftalık OCAK gazetesi ile meşgul olmaya başlamıştım. Devamlı yazılar yazdığım gibi, gayrıresmî olarak yazı işlerine de bakıyordum. O yılın sonbaharında Macaristan’da, Rus boyunduruğuna karşı ihtilâl çıktı. Bu ülkedeki Rus birlikleri önce geri çekildiler, fakat birkaç gün sonra büyük takviyeler alarak Macaristan’ı yeniden işgale başladılar. Milliyetçi Macar gençleri tanklar altında ezildi, ihtilâlin başındakiler yakalanıp kurşuna dizildi, feci bir katliam yaşandı. Sovyetçiliğin bu acımasız saldırısı, biz Türkçü gençler üzerinde çok şiddetli bir infial meydana getirdi. Ben de, bu konudaki duygularımı, Ocak gazetesindeki Biraz Işık’ başlıklı köşemde “Kan ve Gözyaşı” adıyla dile getiren bir yazı yazdım. Bu yazım, o haftaki Çakmak dergisinde iktibas olunarak aynen yayımlandı. Çakmak, çok sık iktibas yapmazdı. Dr. Cezmi Türk gibi ciddi bir şahsiyetin idare ettiği, seviyeli bir derginin yazımı iktibas etmesi doğrusu gururumu okşamıştı. Genç bir yazar için, bundan büyük mükafat ne olabilir ki? İki üç gün sonra, Burhanettin Şener, Dr. Cezmi Türk’ün beni aradığını ve görüşmek istediğini söyledi. Uygun bir zamanda kendisine uğramalıymışım. Zaten çok yakındı. Ocak’la Çakmak’ın arası belki iki yüz adımdı. Gittim. Beni güler yüzle karşıladı, kucaklayıp alnımdan öptü. Bunu pek beklemiyordum. Kendisini mesafeli bir insan olarak tanıyordum. Oturttu, birçok şeyler sordu, kendisi de birçok şeyler anlattı. İltifatlar etti. İlerde Çakmak’a da böyle güzel yazılar yazmamı istedi. Çakmak, bir süre sonra kapandı. Sanırım zarar ediyordu. Onun için bu dergiye yazı yazma imkânı bulamadım. Aynı yılın sonunda, İstanbul’da “Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği” adında milliyetçi bir dernek kurduk Bu dernek, 1960’tan sonra İzmir’de kurulan aynı addaki dernek değildir. Ben genel sekreterlik görevini üzerime almıştım. İstanbul’da, eski Eminönü Halkevi’nde halka açık büyük konferanslar tertipliyorduk. Bu konferanslardan birini Dr. Cezmi Türk’e ayırdık. Kabul etti. Salon kalabalıktı. Cezmi Bey güzel bir konuşma yaptı, alkışlarla uğurlandı. Sonra Türkiye Köylü Partisi, Osman Bölükbaşı’nın başkanı olduğu Cumhuriyetçi Millet Partisi ile birleşti. Adı da Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi CKMP oldu. Bugünkü Milliyetçi Hareket Partisi’nin atası sayılabilir. Cezmi Türk’ün, bu tarihten sonra hareketli bir siyasî hayatı olduğunu hatırlamıyorum. Türkiye’nin 1960’tan sonra girdiği hengâmeli dönemde onun sesini pek işitmedik. Türkiye’nin yetiştirdiği ender kıymetlerdendi. 1972’de vefat etti. LEYL MUTLAK = PRENSES HANZADE Ruh Adam’ın erkek kahramanı Selim Pusat, karısı Ayşe Hocânım’ın öğrencisi olan Güntülü’nü sevmektedir. Fakat, aynı anda başka bir kadını da sevdiğini yavaş yavaş fark etmektedir. Bu ikinci kadın, tarih öğretmeni Leylâ Mutlak Mutlu’tır. Onu herkes “Prenses Leylâ” olarak anmaktadır. Selim Pusat’ın, Prenses Leylâ’ya olan ilgisi, Güntülü’ne duyduğu sevgiden farklıdır. Selim Pusat, kralcıdır. Dolayısıyla, eski hanedana karşı büyük bir saygı beslemektedir. Kendisini, ordu mensubu bir yüzbaşı olarak, hanedan mensuplarına karşı tam bir itaat göstermekle sorumlu hissetmektedir. Aslında, Prenses Leylâ’nın ilgisini çeken de onun bu yönüdür. Üstelik kralcı olduğu için ordudan atılmış, yani Leylâ’nın ailesi uğrunda büyük bir fedakârlığa katlanmıştır. Bu, minnet duyulacak bir davranıştır. Selim Pusat, Prenses Leylâ ile, ilk defa, evlerinin yakınındaki Çamlı Koru’da, fırtınalı bir gecede karşılaşır. Leylâ, kötü bir adam olan Yek’ten sakınmaktadır. Onun için Selim Pusat’a sığınır. O fırtınalı, hafif yağmurlu, karanlık gecede az evvel, nereden geldiği belli olmayan bir sesin fısıldadığı şiir Selim Pusat’ın beyninde uğuldamaktadır Râm ol bana, ruhun yeni bir âleme girsin… Yazmış kaderin Aşkıma ömrünce esirsin! Aklınla, şuurunla, hayâlinle bilirsin Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın… Selim Pusat, Leylâ’yı evine götürürken adını sorar ve “Leylâ Mutlak” cevabını alınca, biraz evvel meçhul sesin fısıldadığı şiirin son mısrasını hatırlar Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın… Sonraki karşılaşmalarında, Yek, Prenses Leylâ’nın tahtın vârisi olduğunu Selim Pusat’a söylemiştir. Çektiği bir telgrafta da, onun gerçek isminin Leylâ değil Hanzade olduğunu bildirmiştir. Böylece, romanda Prenses Hanzade ismiyle ilk defa karşılaşmış oluyoruz. Romandaki Prenses Hanzade, Kanunî Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa’nın soyundan gelmektedir. Yavuz Sultan Selim çapında bir şahsiyet olan Şehzade Mustafa, türlü tezvirat sonunda, Kanunî’nin emriyle boğdurulmuştur. Ancak, onun oğullarından biri tesadüfen kurtulmuş, kendisine sadık adamlar tarafından gizlenip korunmuş ve sırrı muhafaza edilmiştir. Prenses Hanzade, Şehzade Mustafa’nın dört yüz yıl sonraki torunlarından biridir. O büyük sırrın bilinmemesi için, adamları Şehzade Mustafa’dan daima “mutlak” olarak bahsetmişlerdir. Bunun sebebi, onun bir gün mutlak tahta geçeceğine inanmalarıdır. Asıl adı Leylâ Hanzade olan prensesin “Mutlak” olan soyadı buradan gelmektedir. Prenses Leylâ çok güzel bir kadındır. Selim Pusat, onun “asil ve şahane” güzelliğini zaman geçtikçe daha yakından görmekte ve hayran olmaktadır. Bu hayranlık, aralarındaki yakınlık ilerledikçe aşka dönüşmektedir. Prenses Leylâ da bunun farkına varmıştır. Bir gece, Pusat’a – Müsaade ediyorum, beni sevebilirsiniz, der. Romanın sonlarında, artık Prenses Leylâ yerine Hanzade adı kullanılmaktadır. Pusat’taki bunalımın had safhaya çıktığı günlerde Prenses Hanzade birden ortadan kaybolur. İki bin yılın sevgilisi Güntülü ise, onun Hanzade’ye olan sevgisini anlamış ve aşkta rakip kabul etmeyeceğini söylemiştir. Selim Pusat’ın her iki sevgiliye de kavuşması imkânsızdır. Üstelik, evli olduğu hâlde kalbinde başka sevgilere yer verdiği için, kendisini şerefini kaybetmiş bir adam olarak görmektedir. *** Atsız, Ruh Adam’daki hemen bütün şahısların gerçek olduğunu bildiriyor. Bu konuda İsmail Hakkı Gökhun’a yazdığı 9 Mart 1973 tarihli mektupta, Ruh Adam’la ilgili şu satırları görüyoruz “Ruh Adam için Adsız’ın Mayıs sayısında Kayabek’in bir tenkidi çıkacak. Şifahen romandan çok bahsolunuyor. Çok beğeniliyor. Çok da tenkit ediliyor. Senin gibi bir veya iki gecede okuyup çok tesirinde kalanlar bile acı itirazlardan geri kalmıyor. Nitekim sen de mektubunda Selim Pusat’ın âşık olması üzerinde çok duruldu ve bu yönden suçlandınldı’ diye yazıyorsun. Yani bu gençler Atsız gibi bir türkçü âşık olmamalıydı demek istiyorlar. Fakat sen bunların kim olduğunu bildirmiyorsun. Zannederim Halûk ve arkadaşlarıdır. Tansu Say da bana “Selim Pusat’ın küçük bir kıza yenilmesini beğenmedim” diyerek tenkidini yaptı. Bu roman yaşanmış bir romandır. Hemen hemen bütün şahıslar gerçektir. Yalnız Şeref şerefi, Kubudak ihtirası temsil ediyor. Kubudak Moğolca ihtiras demektir. Türkçeye de geçmiştir. Roman konusunda epey sorguya çekildiğimi sana yazmıştım. Benden sır kapmaya çalışıyorlar. Bir hadde kadar sır veriyorum. Ondan sonra sükût…” 7 7 Yücel Hacaloğlu Hzl., Atsız’ın Mektupları, Orkun Yayınları, s. 208–209, İstanbul 2001. Atsız’ın da belirttiği gibi, romandaki kahramanların çoğu gerçek şahıslardır. Fakat bunların arasında, Prenses Hanzade, adından açıkca bahsedilmesi bakımından diğerlerinden ayrılmakta, apaçık olarak ortaya çıkmaktadır. *** Prenses Hanzade, son Osmanlı hükümdarı Sultan Vahideddin’in kızının kızı, yani torunudur. Annesi, Sabiha Sultan’dır 1894-1971. Babası ise, son halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu Ömer Faruk Efendi’dir. 1898-1968. Sabiha Sultan’ın, aynı zamanda kuzeni olan Ömer Faruk Efendi’den üç kızı dünyaya gelmiştir. En büyükleri Prenses Neslişah’tır Doğ. 1921. Prenses Hanzade ortanca kızdır, 1923′te İstanbul’da doğmuştur. En küçükleri olan Prenses Neclâ ise 1926’da dünyaya gelmiştir. Halifeliğin kaldırılması ve hanedan mensuplarının sınır dışı edilmeleri 1924 üzerine Prenses Hanzade, henüz bir yaşındayken ailesiyle birlikte önce Fransa’ya, sonra Mısır’a gitmiştir. Genç kızlık yılları Kahire’de geçmiştir. Hanzade, Kavalalı Mehmed Ali Paşa sülâlesinden Prens Muhammed Ali İbrahim ile evlenmiştir. Bu evlilikten Fâzıla ve Ahmed adlarında iki çocuğu dünyaya gelmiştir. Fâzıla, son Irak Kralı Faysal ile nişanlanmış, fakat Irak İhtilâli 1958 sırasında Faysal’ın öldürülmesi üzerine evlilik tahakkuk etmemiştir. Fâzıla, daha sora eski başbakanlardan Suat Hayri Ürgüplü’nün oğlu Hayri Ürgüplü ile evlenmiştir. Prenses Hanzade ise 1998 yılında vefat etmiştir. Prenses Hanzade, güzellikleriyle ünlü son Osmanlı prensesleri arasında ön sırada yer almaktadır. Gerçekten duru, soylu, çarpıcı bir yüz güzelliğine sahiptir. Bu vasıflarıyla, 1950lerde Avrupa sosyetesinin en güzel kadını olarak tanınmıştır. *** Ruh Adam’daki vakalar, tahminen 1947-1948 yıllarında geçmektedir. O sıralarda Prenses Hanzade’nin yirmi beş yaşlarında olması gerekiyor. Selim Pusat, romanın bir yerinde, Hanzade’nin yaşını öğrenmek istediği zaman yirmi sekiz yaşında olduğu cevabını alır. Belki de bu, Atsız’ın tahminidir. Atsız, son Osmanlı hanedanına karşı daima büyük bir saygı beslemiştir. Hanedanın hayatta bulunan son mensuplarıyla daha ihtiyatlı söyleyelim pek çoğu ile tanışmıştır. Hanedanın önce kadın, sonra erkek mensuplarının yurda girmelerini engelleyen kanunların kaldırılması için çalışmış, bu yolda tanıdığı nüfuz sahibi kimseleri de teşvik etmiştir. Bu bakımdan, Prenses Hanzade ile de tanışmış olabileceğini kuvvetle tahmin ediyorum. Bu tanışmadan sonra onun güzelliğine ve asaletine hayran kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Romanda da Hanzade’nin bu yönlerine dikkat çekmektedir. Atsız’ın romanda Güntülü olarak adı geçen genç kızı sevmiş olduğu açıktır. Ruh Adam’daki olaylara bakılırsa, aynı şiddetle, fakat değişik nitelikte bir sevgiyi de Hanzade’ye karşı duyduğu söylenebilir. Fakat gerçekte böyle olup olmadığını kimse bilemeyecektir. Bu sır, Atsız’la birlikte tarihe gömülmüştür. Onun, mektubunda sözünü ettiği “sır”lardan biri de budur. *** Ben, Prenses Hanzade ile tanışmadım. Onun özelliklerini yakından tanımış olsaydım, Atsız’a olan tavrı hakkında daha açık bir fikir edinmem belki mümkün olabilirdi. Ne yazık ki, bu, artık imkânsız. AYŞE HOCÂNIM = BEDRİYE ATSIZ Ruh Adam romanı, Selim Pusat’la karısı Ayşe’nin konuşmaları ile başlar. Ayşe bir Uygur masalı okumuş, karı-koca, bu masal üzerinde tartışmaya girişmişlerdir. Ayşe, edebiyat öğretmenidir. Selim Pusat edebiyat, estetik vb. gibi konulara istihfafla bakan, askerliği yegâne yüce değer olarak benimsemiş eski bir subaydır. Düştükleri ruh ve karakter sefaletini göre göre insanlardan nefret etmeye başlamıştır. Sert ve haşindir. Tepkileri ani ve kuvvetlidir. Bu yüzden, geçinilmesi zor bir adamdır. Selim Pusat, kralcı olduğu için yargılanmış ve askerlikten çıkarılmıştır. Yargılanması bütün yurtta geniş yankılar uyandırmış, gazeteler onu zararlı, menfi ve tehlikeli biri olarak tanıtmışlardır. Ayşe Pusat da bu kampanyadan etkilenmiş, Bakanlık kendisini öğretmenlik görevinden almıştır. Ancak, ortalık durulunca yeniden öğretmenliğe iade edilmiştir. Göreve başlamak üzere okula gittiğinde, herkesin kendisine çekingen nazarlarla bakmasına aldırış etmemektedir. Bunlara alışmıştır. Metanetini korumayı bilir. Selim Pusat, başına gelenlerden sonra büsbütün kabuğuna çekilmiş, herkesle ilgisini kesmiş ve kendini içkiye vermiştir. Huysuzluğu da o nispette artmıştır. Aksilikleri, çok kere karısını dahi incitecek raddelere varmaktadır. Fakat Ayşe Pusat, bütün bunlara göğüs germekte, kocasını anlamaya çalışmaktadır. Ona büyük bir sabır ve hoşgörü ile yaklaşmaktadır. Ruhunda esen fırtınaları en iyi bilen odur. Zamanla her şeyin eskisi gibi olacağını ümit etmektedir. Romanda anlatıldığına göre, Ayşe Hanım, Edebiyat Fakültesi’ni bitirerek öğretmen çıkınca bir orta okulda stajyer öğretmenlik yapmış, sonra liseye tayin edilmiştir. Görev yaptığı kız lisesinde vaktiyle kendisi de okumuştur. Öğretmenlik görevinde çok başarılıdır. Öğrencilerini fazla sıkmadan çalıştırmasını bilir. Çok iyi anlattığı için dersin merakla dinlenmesini sağlar. Öğrencileriyle, lâubaliliğe kaçmadan, ciddiyeti bırakmadan samimî iilişki kurabilmektedir. Enerjik, sağlam ve çalışkan bir kadındır. Gür ve kara saçları omuzlarına dökülür, düzgün konuşur, gözleri gülümseyerek bakar. Selim Pusat, yaşadığı bunalımlı dönemde, karısının öğrencilerinden birine, bir genç kıza aşık olur. Bu, tamamen plâtonik, hatta tarihin derinliklerinden gelen bir aşktır. Pusat, vaktiyle Hun hükümdarı Mete’nin ordusunda subayken genç bir kızı sevmiş, ancak eşlerin ve sevgililerin oklanması buyruğuna itaat etmediği için cezalandırılmıştır. Yüzlerce yıl sonra, Selim Pusat, sevdiği genç kızda, Mete zamanındaki sevgilisinin izlerini bulmuştur. Sanki, eski bir sevdayı yeniden yaşar gibidir. Ancak bunu ne izah edebilmesi mümkündür, ne de başkasının anlaması. Ne var ki, “sır” olarak saklamaya çalıştığı bu sevgi, zaman geçtikçe ortaya dökülmeye başlamış; sevdiği kız, bu kızın arkadaşları, Prenses Leylâ ve nihayet karısı tarafından anlaşılmıştır. Ahlâki değerlere çok önem veren Pusat, bu durum karşısında kendisini şerefini kaybetmiş bir adam olarak gör­meye başlamıştır. Karısı Ayşe ise, onun bu buhranı atlatmasını, fırtınalı günlerin geçmesini beklemektedir. *** “Ruh Adam”da anlatılanlar, Atsız’ın hayatının bir dönemine hemen tamamıyle uymaktadır. Sadece romana aktarılırken küçük bazı değişiklikler yapılmıştır. Selim Pusat kralcı olduğu için ordudan çıkarılmıştır. Atsız da, Türkçü olduğu için öğretmenlik görevinden alınmıştır. Pusat, askerî mahkemede yargılanmış ve muhakemesi kamuoyunda akisler bırakmıştır. Atsız da, diğer arkadaşlarıyla beraber sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmış, devrin cumhurbaşkanı tarafından açıkca suçlanmış ve haksız yere mahkûm edilmiştir. Resmî makamların ve basının tahkir edici suçlamaları sonunda, önce çevresi, sonra halk onu maceracı ve tehlikeli bir kimse olarak görmeye başlamıştır. Selim Pusat’ın uğradığı iftiralar sonunda Ayşe öğretmen de görevinden alınmış, ancak üç yıl sonra yeniden tayini çıkmıştır. 1944′te de böyle olmuştur. Atsız hapse atılırken, eşi Bedriye Atsız da vekâlet emrine alınmış ancak suçlamaların asılsız olduğu anlaşıldığında, yani yıllarca sonra öğretmenliğe iade edilmiştir. Romandaki Ayşe Hocânım’ın, Atsız’ın eşi Bedriye Atsız olduğunda şüphe yoktur. Bedriye Atsız, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra öğretmenliğe başlamıştı. Erenköy Kız Lisesi’nde uzun yıllar tarih öğretmenliği yapmıştı. Romanda tasvir edildiği gibi gür ve siyah saçları, içten gülümseyen bakışları, ciddî ve vakur bir tavrı vardı. Gerçekten sabırlı ve fedakârdı. Kocasının çektiği bütün ıstıraplara metanetle ortak olmasını bilmiş; saldırılar, tahkikatlar, tehditler karşısında dimdik durabilmişti. Bu her kadının kolaylıkla başarabileceği işlerden değildir. Bu metanetin derecesini ölçmek için, o dönemde üzerlerine yapıştırılan çirkin etiketin toplumdaki etkileri dolayısıyla teneffüs ettikleri ağır havayı iyi anlamak lâzımdır. Bedriye Atsız, bu felâket günlerini, eşine duyduğu büyük bağlılıkla, çocuğuna duyduğu sevgiden de güç alarak geçiştirebilmiştir. Bedriye Atsız, şahsî özelliklerinin dışında, bu vasıflarıyla da Atsız’ın ve kendisinin çevresi tarafından daima saygı görmüş, takdirle karşılanmıştır. *** Şimdi, gelelim Bedriye Atsız’la tanışmama ve tanışıklığıma. Atsız, 1950 sonbaharında Süleymaniye Kütüphanesi’nden Haydarpaşa Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edildiği zaman, Bedriye Atsız da aynı lisenin tarih öğretmenliğine atanmıştı. Yani, karı-koca aynı lisede öğretmenlik yapmaya başlamışlardı. Ben, Bedriye Atsız’ı ilk olarak o zaman gördüm. Edebiyat öğretmenim Atsız’la olan hoca-talebe ilişkilerinin gerektirdiği ciddiyet ve mesafe, ilk yıl Bedriye Hanım’ı yakından tanımama imkân vermedi. Ancak, Atsız, öğretmenlikten alınıp kütüphanedeki görevine iade edilince ve ben, hem “eski bir öğrenci” hem de “çok genç bir ülküdaş” olarak Atsızların Maltepe’deki evine gidip gelmeye başlayınca Bedriye Hanım’ın özelliklerini öğrenmeye başladım. Önceleri ona daha çok “efendim” diye hitap ederdim, sonraları “hocam” demeye başladım. Gıyabında ise daha çok “Hocânım” veya “Bedriye Hocânım” diye bahsederdik. Atsız’ın eşine o yıllarda bir kadınmış gözüyle bakmak tabii ki aklımızın ucundan geçmezdi. Fakat, şimdi –hemen hemen 60 yıl sonra- düşündükçe onun güzel bir hanım olduğunu hatırlıyorum. Esmerdi. Bilhassa koyu renk gözleri çok güzeldi. Mevzun bir vücudu vardı. Konuşması çok düzgün ve ölçülüydü. Eksik veya fazla söz söylemeyi, gereksiz konuşmayı sevmezdi. Atsız’ın, eski dostlarından, ülküdaşlarından ve öğrencilerinden meydana gelen geniş bir çevresi vardı. Bedriye Hocânım, bu çevredeki dostluğu, sevgiyi ve saygıyı, Atsız’la paylaşırdı. Bilhassa eski dostlarla ortak konuları çoktu. Kendisi tarihçiydi. Tarih bilimine, herhangi bir tarih öğretmeninden çok daha yakındı. Onun, ayrıca, Maltepe’deki komşularından, komşu kızlarından meydana gelen küçük bir çevresi daha olduğunu sanıyorum. Genç komşu kızları onun çevresinde adeta hayranlıkla dolaşırlardı. O da, onlara arkadaş muamelesi ederdi. Bu kızlar, Atsız Bey’le oturup konuştuğumuz odanın yanından bazen küçük, neşeli kahkahalarla geçerler, Hoca’nın şakalarına başka şakalarla karşılık verirlerdi. Bazen de, Bedriye Hanım’la birlikte denize gitmek için müsaade isterlerdi. Burada, konunun daha iyi belirtilebilmesi için Bedriye Hocânım’la olan şahsî ilişkilerimden ve hatıralarımdan bahsetmek zorunluluğunu duyuyorum. 1952 yazında, Atsız ve Bedriye Hanım, liseler için bir tarih ders kitabı hazırlıyorlardı. Kitap, İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlanacak ve Bedriye Atsız’la Galatasaray Lisesi’nde tarih öğretmeni Hilmi Oran’ın müşterek imzalarını taşıyacaktı. Ben, o sırada çini mürekkebi ile çizim yapmasını becerebiliyor, ince uç ve fırça kullanmasını biliyordum. Haritalarımı da beğeniyorlardı. Bunlardan cesaret alarak, kitaba girecek haritaların çiziminde yardımcı olmayı teklif ettim. Atsız, olumlu karşıladı. Bunun üzerine, o sıcak yaz günlerinde, Atsız’ların evinde çalışmaya başladık. Daha çok Atsız’la Galatasaraylı öğretmen metinler üzerinde çalışıyor, ben de konulara göre harita taslakları hazırlıyordum. Çalışmalarımız akşam üstüne kadar devam ediyordu. Öğle yemeği için ara veriyor, sonra işe koyuluyorduk. Bedriye Hanım’ı bu çalışmalar sırasında tabiî daha sık görmeye başlamıştım. Bana sevgiyle davranıyordu. Eşinin, sevdiği ve ümit beslediği bir öğrencisiydim. Ayrıca, onlara yararlı olabilmek için bir şeyler yapmaya çabalıyordum. Bunların etkisiyle bana yakınlık duyması tabii idi. Tesadüfe bakın ki, ertesi yıl Bedriye Hanım’ın da öğrencisi oldum. O zamanlar, liseler dört sınıftı. Yani 12’nci sınıftan mezun oluyorduk. İlk üç sene, aynı tarih öğretmeninden ders görmüştük. Sonuncu yıl yani 1953-54 ders yılında bizim sınıfın tarih derslerine Bedriye Hanım gelmeye başladı. Onun öğretmenliği, aynen Ruh Adam’da anlatıldığı gibiydi. Ciddî bir öğretmendi. Öğrencilerine sevgiyle muamele ederdi, fakat otoriterdi. Benim durumum, diğer öğrencilere nazaran biraz farklıydı. Hocânım, beni artık “ev”den tanıyordu. Sınıf arkadaşlarıma göre, ona daha yakındım. Fakat, şimdi beni zor bir dönem bekliyordu. Bedriye Hanım’a olan yakınlığımı sınıfa aksettirmemek zorundaydım. Bu yakınlığı, not almak için bir avantaj saymadığımı göstermem gerekiyordu. Bunun da tek yolu vardı Herkesten çok çalışmak. O yıl, tarih kitabını adeta ezberledim. *** Bedriye Atsız, 1950’lerin sonunda Almanya’ya gitti. Oğlu Yağmur orada yükseköğrenim görüyordu. Onun yanında bulunmak istemiş olabilir. Öğrenci müfettişliği verilerek Almanya’ya tayini yapıldı. Münih’te oturuyordu. Bedriye Hanım’ın gidişiyle Atsız’ın yalnızlık yılları başladı. Küçükken alıp yetiştirdikleri Kâniye adında bir kız Atsız’ın manevî evlâdı gibiydi ev işlerini üstlenmişti. Küçük oğlu Buğra ise, babasının yanındaydı. Bedriye Hanım’ın Almanya’da kalışı uzadıkça, Atsız’ın huysuzlandığını sezer gibiydim. O, bunu belli etmiyor, işi şakaya vuruyordu. Bazen – Haberiniz var mı, Bedriye Almanya’da prostestan olmuş, diyerek çevresini neşelendirmeye çalışırdı. Sonra, küçük oğlu da, annesinin yanına gitti. Atsız, 1969’da emekli olunca, onları ziyaret için Almanya’ya bir seyahat yaptı. Belki de yurt dışına tek seyahati bu olmuştur. Dönüşünde, seyahatname tarzında, biraz da mizahî üslûpla yazdığı uzun yazı bir şaheserdir. “Ötüken” dergisinde yayınlanmıştır. 1969, 12. sayı. Uzun ayrılık yıllan, Atsız’la Bedriye Hanım’ın resmen de ayrılmalan sonucunu verdi. Bu davayı, Atsız’ın avukatı olan, değerli dostum merhum Enver Yakuboğlu takip etmiş, boşanma ilâmını, Atsız’ın ölümünden kısa bir süre önce almıştı. Ben Bedriye Hocânım’ı 1958’den sonra görmedim. Bir yerlerde karşılaşmak da nasip olmadı. Kendisine -Atsız’ın eşi olması dolayısıyla- takdir duygularımı, hocam ve değerli bir Türk hanımı olduğu için de saygımı daima muhafaza ettim. Bedriye Hanım, uzunca bir rahatsızlıktan sonra İstanbulda vefat etti 2002. Göztepe Camisi’nde cenaze namazı kılınırken ve kabristanda oğlu Yağmur’la yan yana durup toprağa verilirken Maltepe’deki evin “devr-i saadet” günleri hafızamda bir bir canlanıyordu. SON Yazar Altan DELİORMAN Editör Onur BİNİCİ Error 522 Ray ID 738c63636e1db8a8 • 2022-08-10 230802 UTC AmsterdamCloudflare Working What happened? The initial connection between Cloudflare's network and the origin web server timed out. As a result, the web page can not be displayed. What can I do? If you're a visitor of this website Please try again in a few minutes. If you're the owner of this website Contact your hosting provider letting them know your web server is not completing requests. An Error 522 means that the request was able to connect to your web server, but that the request didn't finish. The most likely cause is that something on your server is hogging resources. Additional troubleshooting information here. Cloudflare Ray ID 738c63636e1db8a8 • Your IP • Performance & security by Cloudflare Ahmed Midhat Efendi tarafından kaleme alınan "Felatun Bey ile Rakım Efendi" adlı kitap hakkındaki düşüncelerimi sizle paylaşıyorum. Felatun Bey ile Rakım Efendi Kitap İncelemesi-Okan Kaya Edebiyat eserlerinin disiplinler arası bir çalışma olduğu kesindir. Dönem ile ilgili önemli bilgileri okuyucuya aktarır. Anadolu Üniversite’sinin Açıköğretim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı kitaplarını desteklemek amacıyla eski harfli Türk Klasiklerinin günümüz Türkçesine çevrilmesi projesi sonucunda yayınlanan “Felatun Bey ile Rakım Efendi” adlı eserde bu açıdan ilgiye değer bir yapıt. Toplumunun ekonomik faaliyetleri açısından farklı yaşamları kaleme alıyor Ahmed Midhat Efendi. 11 bölüm ve 222 sayfadan oluşan bu klasik yapıttan ekonomik tahlilleri rahatlıkla çıkartmak mümkün. Kitabın ilk sayfalarında bahsedilen betimlemeler ileri sayfalarda anlatılacak ekonomik yaşamın psikolojik ve felsefe temelini oluşturuyor. Felatun Bey’in aile yaşamı ve babası tasvir ediliyor. Eğitimin ve çocuklara karşı tutumunun gelecekte nasıl sonuçlar yarattığının altında yatan sebepleri başlangıç bölümünde yazar aktarıyor. Sonrasında ise psikolojik sonuçlarını olaylarla ile anlatıyor. İş dünyasında uzun süre konuşulan hatta hakkında videolara ve içeriklere temel oluşturan “Yoksul Baba Zengin Baba” eserinin özetlenmiş halini yıllar öncesinde Ahmed Midhat Efendi bizlere aktarıyor. Felatun Bey rahat içinde çalışan ailesinin desteğiyle makam, isim ve mevki sahibi birisidir. Özel hocalarla büyümüştür. Rakım Efendi ise tam tersine Felatun Bey’e göre daha fakir bir konumda yer alıyor. Rakım Efendi kendisini geliştirmiş Fransızca-Osmanlıca çeviriler alanında eğitim veren biri haline gelmiştir. Yabancılar arasında kendisine yer edinmiş ve ailesinin vefat etmesiyle dadısına yardımcı olması için kendisine köle satın almıştır. Kölesinin istediklerini yerine getirerek toplumun standartları dışında davranış sergilemiştir. Piyano, Osmanlıca ve Fransızca eğitimi ile kölesini eğitmiştir. Felatun Bey ise babasından kalan mirası tiyatrocu bir kadın ile tükettikten sonra Rakım Efendi’den daha düşük bir maaşla işe başlamış ve ömür boyu borcunu ödemeye mahkum kalmıştır. Bugün kitabın ismini değiştirmek istesek “Zengin Baba Yoksul Anne” olurdu ve verilen dersler ise tam tersten işlenirdi. Uzun bir bilgilendirmeden sonra çıkardığım dersler aktarayım. Öncelikle kişisel gelişimize önem vermeliyiz. Ahlak ve dürüstlükle ile birlikte dünya ilimi ve bilimi ile kendimizi sürekli geliştirmeliyiz. Etrafımızda ki insanların gelişimine katkıda bulunmalıyız. Akıllı ve çokça çalışmalıyız. İnsana insan olduğu için değer vermeliyiz bu kölemiz olsa dahi. Birikim yapmalıyız. Para için değerlerimizden vazgeçmemeliyiz. Diğer insan insanların olumsuzluklarından ders çıkarmalı ve olumlu yönlerinden örnek almalıyız. Bazılarımız elinde bir taşın değeri yokken bazılarımız elinde işlendikten sonra dünyanın en değerli elması olabilir. Bu yüzden ön yargılı olmamalıyız. Zamanımızı iyi yönetmeli ve sevdiklerimize vakit ayırmalıyız. Bunların hepsi her gün sosyal medyada paylaşılıyor ve sadece beğeniyoruz. İçselleştirip yaşamımıza dahil etmiyoruz. Çünkü sadece beğenme odaklı yaşıyoruz. Bu yüzden kitapların değerini daha iyi anlamalıyız. Bir şiir dahi olsa okuyup ne anlattığını anlamalı ve pozitif değerlere sahipse içselleştirmeliyiz. Felatun Bey’in hayatına özenmeyen ve Rakım Efendi’nin öğrenim aşkına sahip olan biri olmak ister misiniz? Umarım kitaplarımıza ve değerlerimize önem verdiğimiz bir yıl olur. Kendinize çok iyi bakın! Okan KayaKitap İncelemelerim"Yazılım Mühendisliği Temelleri Kitap İncelemesi" adlı blog yazısına buradan ulaşabilirsiniz. Felâtun Bey ile Râkım Efendi, Tanzimat Dönemi’nde Ahmet Mithat Efendi tarafından romantizm anlayışı ile yazılan tezli bir romandır. İlahi bakış açısıyla yazılan roman, temel olarak Doğu-Batı çatışmasını işler. Yanlış Batılılaşmanın neden olduğu kötü sonuçlar romanda sıkça başvurulan örtük iletilerdir. Eserde kahramanların isimleri ile kişilik özellikleri arasında bir bağ vardır. Batı’yı temsilen Felatun’a “bey”; Doğu’yu temsilen Râkım’a ise “efendi” olarak hitap edilir. Felatun Bey ile Rakım Efendi romanı Bey ile Rakım Efendi Romanının TürüRomanın kendi yazıldığı dönemde çok önemli olan yanlış Batılılaşma sorununu çözümü ile birlikte ele almıştır. Yani Felatun Bey ile Rakım Efendi romanının türü tezli romandır. Nitekim Felatun Bey ile Rakım Efendi romanının karakter analizleri ve özetini bu yazıda eserin içerisinde sıkça araya girerek okura öğütler ve örtük iletiler verir. Bu iletiler genellikle gösteriş meraklılığının kötülüğü üzerinedir. Ancak bu araya girme mevzusu romantik eserlerde bulunan teknik bir kusurdur. Örneğin Râkım Efendi’nin söylediği “İnsanın aklı sonradan başına gelir.” sözü Felâtun Bey’in yanlışlarını göstermek için bir vecize olarak verilir. Bunun üzerine uzun açıklamalar Meraki Bey, Batı değerlerini önemseyerek bütün servetini eğlence peşine harcayan bir adamdır. Çocuklarını da bu şekilde yetiştirmiştir. Oğlu Felâtun Bey de onun gibi Batılı değerleri benimsediğini göstermeye meraklı bir tiptir. Bu sebeple okumayacağım Fransızca kitaplar alırım, Batılı gibi giymeye çalışır. Bir iş tutmaya ve eğitimine pek de önem vermez. Çünkü babasından gelecek yüklü mirasa ise Küçük yaşta yetim kalmasına rağmen kendini Geliştirmeyi başarmış bir gençtir. Bu sebeple maddi durumu da oldukça iyidir. Hatta kazandığı paralar ile Canan adında bir cariye bile almıştır. Cariyenin hastalığı ile ilgilenir ve iyileşmesini sağlar. Ona okuma-yazma öğretir. Yozefino adlı bir piyanistten ders almasını sağlar. Canan’ın öğrenme azmi ve yeteneğine hayran kalan da hakkım onunla bunlar olurken Râkım, İstanbul’da yaşayan bir İngiliz ailesi olan Ziklasların kızlarına Türkçe dersi vermeye başlar. Râkım’ın terbiyesi ve bilge kişiliği bu aileyi kısa zamanda etkiler. Hatta ders verdiği kızlardan Can, Râkım’a âşık olur. Ancak Râkım’ın onu değil Canan’ı sevmesi sebebiyle Can üzüntüden hasta bu evde geçirdiği süre zarfında Felâtun Bey ile tanışır. Felâtun Bey onun gördüğü saygıyı kıskanmaktadır. Bu yüzden Râkım’ın gözden düşmesi için elinden geleni ardına koymaz. Râkım sağlam karakteri ile Felâtun Bey’in oyunlarına gelmez. Hatta ona hayatını düzene koyması yolunda tavsiyeler verir. Ancak Felâtun hiçbir şeyi dinlemeyip babasından kalan tüm parayı eğlence peşinde harcar. Felâtun yalnızca parasını har vurup harman savurmak ile kalmaz. Ayrıca yaptığı bazı olumsuz davranışlar sebebiyle aile ortamlarından dışlanır. O denli büyük bir borç yükü altına girer ki çareyi taşrada bir devlet görevine atanmakta zamanla iyileşir. Râkım ise Canan ile mutlu şekilde yaşamaya devam Bey ile Râkım Efendi TipleriRakım Efendi Batılılaşmayı doğru anlayan bir tiptir. Buna karşın Felâtun Bey şeklen Batılılaşıp tüm parasını zevk ve sefa peşinde harcamış bir mirasyedidir. Bu sebeple Râkım Batılı yeniliklere açık olup kendi kültürünü de muhafaza etmeyi temsil eder. Felâtun ise Batılılaşmayı Batılı gibi görünmek zanneden gösteriş meraklısı özenti tipleri Râkım Efendi’nin “Hah işte memuriyete bu fikir ve itikatla gitmeni isterim. Bu fikir ve itikat kimlerde olursa mutlaka tevkif-i ilâhiye mazhar olur.” sözlerinden yola çıkarak kişinin yaşamda başarı kazanmak için neler yapması gerektiği konusunda da mesajını verir. Yani başarının anahtarı bir konuda çaba harcamak ve yapılan işe inanmaktır. Nitekim bir kişinin başarılı olmak için kendini geliştirmesi, doğru planlamalar yapması ve kararlı olması Bey’in mutasarrıf olarak İstanbul’dan ayrılması olayına, kendisinin ve Râkım Efendi’nin bakış açısındaki farklılığı iki tip arasındaki farklılığı ortaya koyar. Çünkü Râkım Efendi bunu Felâtun’un hayatını düzene koyması için bir fırsat olarak görür. Felâtun için ise bu eğlence ve sefadan uzaklaşmayı yani felaketi ifade bir etkisi olarak bu romandaki kahramanlar tek yönlüdür. Kahramanların tek yönlü olması iyilerin her zaman iyi kötülerin ise her zaman kötü olduğu anlamına Edebiyatındaki Diğer Mirasyedi TipleriFelâtun Bey dışında Türk edebiyatında mirasyedi tipi denildiği zaman aklımıza gelen üç önemli tip gelir. Bunlardan ilki Namık Kemal’in İntibah adlı eserinde babasının parasını yiyip yoksulluk içerisinde yaşamak zorunda kalan Ali Bey’dir. Yine Nabizade Nazım’ın Zehra adlı Türk edebiyatındaki ilk psikolojik roman denemesinde Beyoğlu’nda parasız kalan Suphi de böyle bir tiptir. Mirasyedi tiplerin en belirgin örneklerinden bir diğeri Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası adlı eserindeki Bihruz Bey’ Sosyal Hayata Dair Örtük İletilerRoman, toplum için sanat görüşüne dayandığı için bol miktarda örtük ileti içerir. Bu iletiler yanlış Batılılaşma çevresindedir. Yazar, geleneksel kültürümüzden uzaklaşmanın olumsuz sonuçlarını vakalar üzerinden okuruna göstermek cariyelik sisteminin hâlâ devam ettiği sonucu çıkmaktadır. Bu sistemin insan haysiyetine yakışmayan bir olgu olduğu örtük bir dille betimlenmektedir. Türk edebiyatında cariyelik sisteminin gerçek bir eleştirisi olan roman ise Sergüzeşt’ kazanmanın zorluğu ile ilgili kısımlarda dönem içerisinde hayat pahalılığı ve maddi sorunların varlığı göze çarpar. Bu dönemde refaha kavuşmak için farklı işleri bir arada yapmak hayattaki en dikkat çekici detay, Batılılaşmanın hayatın her alanında etkili olduğudur. Eserde tematik olarak işlenen Doğu-Batı çatışması sıkça Farsça beyitlerin metinde bulunması Doğu zevk ve anlayışının da tam olarak terk edilmediğini yabancı dil öğrenmenin Tanzimat Dönemi’nde çok önemli olduğu mesajı önemlidir. Bu dönemde yabancı dil denince akla ilk dil Örtük İleti Nedir?Romanın Yazıldığı DönemFelatun Bey ile Rakım Efendi, bir Tanzimat Dönemi romanıdır. Romanda Tanzimat Dönemi’nin tüm özellikleri örtük iletiler hâlinde sıralanmıştır. Nitekim Doğu-Batı çatışması, yanlış Batılılaşma, esaret, geri kalmışlık gibi birçok konu romanın satır aralarında yer Mithat, Tanzimat anlayışına uygun olarak bu eserini tasarlamıştır. Nitekim bu durumu Fariz Yıldırım şu şekilde ifade ederSanat anlayışında eğitici ve ahlaki bir perspektif gözlenen Ahmet Mithat Efendi, edebiyatın hemen her nevinde yazarak oluşturduğu geniş eser külliyatında farklı anlatım yöntemlerini bir arada dener. Romanlarında, yakından takip ettiği Batı edebiyatı ile yerli hikâye geleneğinin anlatım yöntemlerini harmanlayarak Yıldırım

felatun bey ile rakım efendi inceleme